Röportaj: Ecem Saral

Women’s Style Türkiye: Doğu ve Batı Kültüründen ilham alarak besteler yapıyorsunuz. Bunların yanı sıra müziğinizi rock gibi farklı tarz ile birleştirmeyi düşündünüz mü?
Esra Üçcan: Aslında Doğu ve Batı kültürleri dediğimde farklı kültürlerin birleşiminden bahsediyorum. Sadece müzik tarzı olarak değil, kültürle ilgili bir birleşim oluşturuyorum. Ben kişi olarak zaten bu kültürlerin birleşimiyim. Size şöyle örnek verebilirim. Mesela ‘Séduction’ (Cazibe) isimli şarkım Nihavent makamında bestelenmiş bir Tango, nakaratı tamamen pop, sözleri bana ait ve Fransızca. Veya ‘Hasret’ isimli şarkım bir Fransız Charles Aznavour şarkısı gibi başlıyor, türü Electro-rock, sözleri Nazım Hikmet’in iki şiirini birleştiriyor ama yine Fransızca. Özdemir Erdoğan’ın meşhur Bana Ellerini ver şarkısı yeni ismi ‘L’Amour’ (aşk) şarkımı piyanoyla romantik bir Vals olarak düzenledim, sözlerini ise Türk şairlerine ilham vermiş 19. Yüzyıl Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’in ünlü bir şiiri ‘Güzelliğe İlahi’den derledim. Bazen müzik, bazen şiir, bazen dil, bazen bakış açısı, doğu batı sentezi hepsini kapsıyor. Ortaya çıkan eserin melodisi türkü iken, düzenlemesiyle psychedelic-electro tarzında Fransızca bir şarkı dinliyorsunuz. Bu örneğim de ‘la Solitude’, yani Drama Köprüsünün bana ait olan Fransızca versiyonu.

W.S.: Esra için “Masal “teklisi neyi ifade ediyor?
E.Ü.: Ne kadar Fransızca eserlerim beğeni toplasa da ben arada bir Türkçe şarkılar yayınlamak istiyorum. Hem kendi dinleyicimle aynı dili konuşmak istiyorum. Hem de Türkçe dilini ve bu dile hakimiyetimi seviyorum. Masal benim çok sevdiğim bir şarkım. Başlarken içim kıpır kıpır oluyor. Sürekli dinlesem sıkılmıyorum. Hem umut hem huzur hem hüzün hepsi bir arada bir duygu seline yakalayıp götürüyor. İçinde çok büyük eleştiriler gizli ama belli olmuyor. Rahatsız eden kelime yok. Ben sadece üretici değilim. Dinleyici de olduğum için kendimin de severek dinleyeceğim müzikler yapıyorum.

W.S.: Aşkı yazmak isteseydin nasıl kelimelere dökerdin?
E.Ü.: Aşkın benim için iki yönü var. Birincisi, birisi için tutkuyla yanıp tutuşup, aynı anda hem mutlu hem de mutsuz olduğum, ruhsal dengemin bozulduğu, çılgın bir sanatçıya dönüştüğüm, sevip sevmediğime emin olamadığım delirtici bir his. İkincisi ise, sabah uyanıp, kimsenin olmadığı bir deniz kenarında, kuşların sesiyle, içime doğanın kokusunu çektiğimde kendi kendime hissettiğim o huzurlu an. Birincisini bilmem ama ikincisini hiçbir şeye değişmem.

W.S.: Hayat felsefeniz nedir?
E.Ü.: Ben hümanistimdir. Çevreciyimdir. Sevgiye ve hoşgörüye inanırım. Bunlar benim iç huzurumu sağlıyor. Bu aralar en sevdiğim felsefem: Mutlu olacaksam ‘şimdi’ asla sonra değil. O yüzden genel olarak her şeyden memnun bir haldeyim.

W.S.: Çalışmak için hayalini kurduğun müzisyenler var mı?
E.Ü.: Aslında şu an hayalini kurduğum müzisyenlerle çalışıyorum. Bu konuda Türkiye’de ulaşabileceğim en iyi yerdeyim. Ama uluslararası düşünürsek bir gün ‘Hans Zimmer’le çalışmak isterim. Filmlerinin müziklerini yapmak istediğim yönetmenler var. Nuri Bilge Ceylan gibi. Bir ‘James Bond’ şarkısı yapmak isterdim. Bir çılgın Tarantino filmi de olur. Kim bilir. Önce hayal etmek lazım değil mi?

W.S.: Geçmişte çekilmiş bir müzikalde oynama şansın olsaydı hangisini seçerdin?
E.Ü.: Bu soruyu çok sevdim. Grease tabii ki.

W.S.: Babasının Kültür Bakanlığı Müsteşarı dönem senin hayatında artı ve eksi yönleri ne(ler) oldu?
E.Ü.: Yıllar boyunca Kültür Bakanlığı veya özel sektöre ait sayısız sanat etkinliğe gittim. (Tiyatro, Opera, Bale, Konser, Sergi, Festival) Hem de sanatın en popüler olduğu, refahın en yüksek olduğu dönemde. O dönemlerde kültür aktiviteleri çok çeşitliydi, önemseniyordu, çok ciddi yapılıyordu ve katılım sağlanıyordu. Ben de kendimi tamamen hobi olarak o programlara ekliyordum. Benim gibi bir müsteşar kızı bir tane daha olmamıştır. Okul ve etkinlikler arasında geçiyordu hayatım. Lise öğrencisiydim, piyanisttim, mimarlık okumayı kafaya koymuştum, ama Tiyatro yönetmeni olmak istiyordum. O yüzden her şeyi bilmem görmem lazımdı. Ünlü ünsüz, sanat sektöründen çok değerli isimlerle tanıştım. Bir de Türkiye’de görülmeye değer antik kentleri, müzeleri ve tarihi binaları, bazen de herkesin giremediği özel yerlerin birçoğunu gezdim. Yazları tatil yerine antik kentlerde stajlar yaptım. Bunlar sayesinde gezemediğim bir yer varsa sorabileceğim bilgi edinebileceğim özel insanlar tanıyorum. Daha çok yakın bir tarihte babamın bir kitabı için Muazzez İlmiye Çığ ile röportaj yaptık. Bunun herhangi bir eksi yönü yok galiba.

W.S.: Fransa’da Türk müzisyen olarak çalışma yapmayı düşündün mü?
E.Ü.: Bundan sonrası için düşünüyorum. Umarım açacak bir kapı bulurum.

W.S.: Yeni projelerin neler?
E.Ü.: İlk projem Organic Flavors gurubumla dünyaya açılmak. Kültür elçiliği yapmak. Ülkemizi en iyi şekilde temsil etmek.

W.S.: “Alice Harikalar Diyarı” gibi bir proje teklifi senin için gelse tepkin ne olurdu? Bence tam sana göre bir rol olur😊 Seni o tarz projelerde görebilecek miyiz?
E.Ü.: Evet derdim. O kadar az müzikal yapılıyor ki, bir özgün Türk müzikali olsun diye kendim oturdum müzikal senaryosu yazdım. Seve seve de oynarım. Niyetimi çok iyi görmüşsünüz.

W.S.: Kısıtlandığın zaman oluyor mu? İsteyip de müzik yapamadığın bir dönemden geçtin mi?
E.Ü.: Ben savaşlardan, doğa afetlerinden, zulümlerden çok etkileniyorum. O kadar üzülüyorum ki durgunluk dönemine geçiyorum. Çaresizlik hissi beni birçok aktiviteden alıkoyduğu gibi müzikal üretimimden de alıkoyuyor. Sanki dünyanın gri bulutu üstüme çöküyor.