ÇOCUKLUĞU, HAYRAN OLDUĞU OYUNCU TARIK AKAN’IN YEĞENİ OLMA DÜŞÜYLE GEÇMİŞ. OYUNCU OLMAK İSTERKEN KENDİNİ REKLAMCILIKTA BULMUŞ. “OĞLUM OLSUN” HAYALLERİ KURARKEN, EŞİ KUCAĞINA BİR KIZ ÇOCUĞU VERMİŞ. “İYİ Kİ…” DİYOR ŞİMDİ URAZ KAYGILAROĞLU… “İYİ Kİ KIZIM VAR. ÇÜNKÜ KADINLARI ŞİMDİ DAHA İYİ ANLIYORUM.”

Cool bir yapısı var. Aynı zamanda dakik. Söylediği saatte stüdyoda… Üstelik iki saat içinde hem çekim hem de röportaj yapıp sete yetişecek. Sabah 06.00’da kalkmış. Disiplini elden bırakmıyor anlayacağınız. Kameralarla öylesine bütünleşmiş ki, istenen kareyi elde etmek uzun sürmüyor. Her şey yolunda gidiyor. Çekimde yaşanan o kargaşa yok, zaman baskısını hissetmiyorsunuz. Öyle “e-mail yoluyla röportaj yapalım” diyenlerden de değil. Söylediğinin arkasında duracak kadar emin. Özelikle yüz yüze röportajı tercih ediyor. Sahici, samimi, kaprissiz, doğal ve sorduğunuz her soruya cevap veriyor.


“Arka Sokaklar”, “Milyonda Bir”, “CSİ Canını Sevdiğimin İstanbul’u”, “Pis Yedili”, “Harem”, “Eski Hikaye”, “Yedi Güzel Adam”, “Baba Candır” dizilerinde izlediğimiz Uraz Kaygılaroğlu, şimdi de “Klavye Delikanlıları” adlı dizide “Volki” rolüyle evlerimize konuk oluyor. Genç oyuncu ile oyunculuğunu, babalığını, dünyanın gidişatını ve tabii ki hayatının odak noktası kızı Ada’yı konuştuk.

Aslında reklamcılık mezunusunuz ama oyunculuğu seçtiniz. Reklamcılıkta kalmadığınız için pişman mısınız?
Hiç değilim, hatta reklamcılık okuduğum için pişmanım. Onun yerine mutfak sanatları okuyabilirdim. Eğer ikinci bir mesleğim olacaksa bunun şeflik olmasını isterdim. Yemek yapmayı çok seviyorum. Bu yüzden bunun okulunu okumayı arzu ederdim. Daha iyi bıçak kullanıp daha değişik yemekler yapmak isterdim.

Reklamcılığa yönlendiren şey neydi?
Hem dünyaya yakın olduğu hem de yapabileceğimden emin olduğum için seçmiştim. Nitekim başarısız da olmadım. Süresinde mezun oldum. Sunduğum güzel fikirler oldu. Stajını da yaptım. O kadar kolay bir meslek değil. Çok uğraş vermelisiniz. Önünüzde çok insan var. Doğru ajansta, doğru yerde, doğru insanlarla karşılaşmanız lazım. Yaptığınız şeyin değerinin görülmesi lazım ki bir yere gelebilesiniz.

Oyunculuğa geçiş ani bir karar mıydı?
Konservatuar okumama izin vermeyen annem yüzünden reklamcılık okumuştum. ‘Bir mesleğin olsun’ demişti. Reklamcılık okuyarak onun da gönlünü aldım. Sonra diplomayı anneme hediye ettim. Dizi, film sektörü o zaman bu kadar geniş değildi. Okulu bitirdikten sonra daha da uygun ortam gelişmişti, oyunculukla ilgili şans verilince de tercih ettim.

Geleceğe dönük hayalleriniz nedir?
Her şeyine karar verdiğim bir prodüksiyonda film yapmak isterdim. Yakın gelecek için bunu düşlüyorum.

Bir kızınız var. Kız babası olmak nasıl bir duygu?
Çocukluğumdan beri baba olmayı istiyordum. Ve hep oğlum olsun istedim, kız babası olmak aklımdan bile geçmedi. Ancak o kadar mutluyum ki kızım olduğu için. Duygularımı anlatmak bile zor. Öncelikle kadınların duygularına karşı çok daha duyarlı oldum. Annem, teyzelerim, anneannemle yani çok kalabalık bir kadın ortamında büyümüş bir çocuk olarak şimdi çok daha ciddiye alır hale geldim. Her şeyden irkilir, her şeyden rahatsız olur, her şeyden işgillenir oldum. İnsanı çok geren bir şey. Gördüğüm her haksızlık, şiddet, saygısızlık ileride kızıma da yapılacakmış gibi hissediyorum. Bu yüzden de çok daha fazla sinirleniyorum.

Flört ederken canını yaktığınız kızlar da aklınıza geliyordur o zaman…
Ben de birilerinin kalbini kırmış olabilirim, birileri de benim kalbimi kırmış olabilir geçmişte. Ama karakter böyle oturuyor. Yaşadığınız şeyler sizi siz yapıyor. Kızımın da kalbi kırılacak tabii. Umarım güzel insanlar çıkar karşısına… Hani hep bir laf vardır ya, “Tahtını yapabilirsin ama bahtını yapamazsın” işte o çok doğru. Onu anlıyor insan. Yüzde yüz doğru bir söylem.

Türkiye’de jön kavramını nasıl buluyorsunuz? Sizce hala jön kavramı var mı?
Var tabii. Çok başarılı erkek oyuncular var. Jön biraz daha yakışıklı, iyi bakan, genç, ekran başındaki kadını eriten tipse jön algısı, böyle tip çok var. Bunların en başında Kenan İmirzalıoğlu, Kıvanç Tatlıtuğ, Çağatay Ulusoy, Aras Bulut İynemli var. En babaları bence, bir numarası Tarık Akan. Allah rahmet eylesin, benim hayran olduğum kişiydi. Çocukluğum boyunca Tarık Akan’ın hep dayım olmasını hayal etmiştim. “Sevgili Dayım” adlı bir filmini çok izledim. Orada ıslıkla anlaştığı küçük bir yeğeni vardı. Hayatım boyunca o küçük sarışın çocuk olup, dayımın Tarık Akan olmasını istedim. Çok erken bıraktı oyunculuğu. Keşke daha fazla izleyebilseydik. Hiç bozulmadı. Oyunculuğa ilk başladığı yıllarda çok yakışıklıydı, aynı şekilde ömrünü tamamladı. Jönse her devir jöndü.

Ya siz?
Bende hiç öyle bir arzu olmuyor. Hep bambaşka rol oynasam… İzleyiciye “bunu nasıl yaptı” dedirtsem. Daha önce oynadığım rol ile bir sonraki rol arasında “Ya daha önce şu tipi oynamıştı, bu seferki daha başka olmuş, bambaşka, ne büyük risk almış” dedirtmek benim için en büyük keyif olur.

Şimdi pek çok genç popüler ve şöhret olmak istiyor. Sizce şöhret bu kadar kolay mı elde ediliyor?
İnsanlar bir dönem topçu, bir dönem popçu olmak istedi. Şimdi de oyuncu olmak istiyor. Meşhur, şan şöhret sahibi olmakla bir mesleğin erbabı olmak arasında çok fark var. Çırılçıplak soyunarak bir yere gidip protesto yapsanız da herkes sizi yazar. Bu bir örnek. İnsanların çok olduğu, kameraların bulunduğu bir yerde çok aşırı hareketler yaparak da yine meşhur olunabilir. Ya da çok ünlü birine bir laf söyleyerek de gündeme gelinebilir. Eğer meşhurluktan algılanan televizyonda olmak, konuşulmak, sosyal medyada gündem yaratmaksa tabii… Bu tavırlarınızı sürdürürseniz bu süre daha da uzayabilir ama bu sönük gitmeye mahkum bir şey. Oyunculuğa da böyle bakıldığı zaman altı, içi çok boşaltılmış oluyor. Ben bir dizide oynayayım, çok yakışıklı çocuklarla flört edeyim, çok güzel kızlarla takılayım, gezeyim, kameraların beni çekeceği yerlerde yemek yiyeyim gibi durumlar var. Herkes böyle yapıyor dememek lazım ama oralarda gezerseniz bu doğal olarak bu yola itiyor. Ancak meslek anlamında oyunculuk; hiç bir şey geliştirmeyip, kendinize bir şey katmayıp, ilerleme kat etmeden, sadece bu fotoğraflar ve restoran çıkışlarında, galalarda, kokteyllerde yer aldığınız zaman bunun bir sonu olmak zorunda. Eğer sadece güzelliğiniz ve yakışıklılığınızla bir yerdeyseniz zaman size kötü davrandıkça bunu kaybediyor olacaksınız. Yaşlanacağız hepimiz. Saçımız dökülecek, göbeğimiz çıkacak… Haliyle bu noktada gücünüzü kaybetmiş olacaksınız, bu travmatik bir şey. Oyunculuğunuzla birilerini etkiliyor olsanız, çok çirkin de olsanız, bambaşka bir hale de gelseniz, gençliğinizden eser bile kalmasa yaptığınız işe duyulan saygıdan hala karizmanızı, şöhretinizi, tanınmışlığınızı, saygınlığa çevirebilirsiniz. Bu çok daha kıymetli. 5 sene popüler olmaktansa 40’ıncı yılın sonunda “neler oynadı bu adam” dedirtmeyi tercih ederim. Bu bir maraton, 100 metre koşusu değil.

Şimdiki gençlik böyle bakmıyor.
Çünkü meslek sahibi olmak istemiyor. Geçen gün evimizde bir küpeşte yaptırdık. Silindir bir şekilde dönen bir küpeşte. Bu yüzden işçilik gerektiriyor. Bunu yapacak usta çok az var. O kişiyi buluyor, randevu alıyor ve bekliyorsunuz. Çünkü bu bir sanat. Evinize gelen her ustanın yanında bir çırağı, yardımcısı olur. Bu ustanın yok. Nedenini sorduğunuzda “kimse yapmak istemiyor. Çünkü pis bir meslek. Toz, toprak oluyor, sevmiyor gençler hemen kaçıyor” diyor. Bir şeyi başarmak, işinde iyi olmak için sabrederek çok çalışmak lazım. Hiç bir şey tesadüf değil. Bugüne gelmiş ustalar tesadüfen burada değil. Hepsi zorluklara göğüs gerip, engelleri aşacak cesareti gösterdiği için bu noktadalar. Bugün Haluk Bilginer’e “Ne şanslı adammış” denilebilir mi? Böyle bir şey söz konusu bile değil.

Mesleğinizde sizin misyonunuzun ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Bir misyonum olduğunu düşünmüyorum. Kendime ait yarışlarım, hırslarım var. Şaşırtmaktan hoşlanıyorum. Başardığımı göstermekten hoşlanıyorum. Değişik şeyleri oynamayı seviyorum. Oynadığım bir dizinin 10 yıl sürmesini istemem. Sonunda çok zengin olur, hayatınız boyunca maddi kaygı çekmezsiniz. Ama 120 dakika, senede 40 bölüm çekilen bir işte en iyi ihtimalle ikinci senenin sonunda herkes sıkılır. En azından ben böyleyim. Oynadığım şey beni cezbetmez, beni zorlamaz, alışmış olurum o adama. Otomatikleşir. Benim için kıymeti kalmaz. Heyecanımı dik tutmak için de en fazla iki sene bir yerde çalışmalıyım.

Yarışma programı da sunuyorsunuz. Buradaki tecrübeniz size ne söylüyor? İnsanların bilgi düzeyi, eğitim düzeyi nasıl?
Yarışma programlarında bilgi yarışması olarak çok fazla bir şey sunmadım, daha çok kelime oyunları vardı. Kelime bilginiz önemli orada. Ama şurası gerçek ki kimse okumak istemiyor artık. Çok zor. Hele ki büyük şehirde yaşıyorsanız hep bir yere yetişme telaşınız var. Boş zaman bulduğunuzda bunu ailenize mi, işinize mi, kendinize mi, çocuğunuza mı, arkadaşlarınıza mı, bakımınıza mı, hobinize mi, dinlenmeye mi ayıracağınızı bilmiyorsunuz. Doğal olarak ilk vazgeçilecek şey kitaplar oluyor. Çünkü kendini verme, odaklanma, sessizlik, dış dünyaya kendini kapatman gereken bir aktivite okumak. Başımızı kaldırmadan telefonlarla yaşadığımız bu kadar sosyal dünyada kitap okunmuyor. Sadece 140 karakter okuyoruz. Instagram’da insanlar ne giymiş, nereye gitmişe bakıyoruz. Bunlar çok cezbedici. Yaşamını bize göster, ne yiyorsun, ne içiyorsun, kimle geziyorsun, kaç takipçin var soruları olduğu sürece bir şey okumak cazip gelmiyor. Sosyal medyadaki hazır bilgileri almak tercih ediliyor. Üstelik doğruluğundan emin bile olmadan. Araştırmayı umursamıyoruz. Tabii televizyondaki bir yarışma programında şu faktörler de var. Hayatında hiç kamera karşısında olmamış bir insan kamera karşısına geçiyor, bütün eşi, dostu, akrabası izliyor. Eleştirmeyi seven bir toplum olduğumuz için bilemediği noktada ‘ya o soruyu nasıl bilemedin’ diyeceğini biliyor, ekstra geriliyor. Bazen bildiğini unutup, yanlış cevap veriyor.

Yarışma programı sunmak keyifli mi peki?
Samimiyet isteyen bir şey. Birini evinizde ağırlamak gibi… Çünkü orada ev sahibi sizsiniz. Siz ne kadar misafirperver, ne kadar sıcakkanlı, onların heyecanını almaya yönelik tavır sergilerseniz, snopluktan uzak, kulislerine girerek, program öncesinde ilgilenerek, herhangi yaşanan bir aksilikte onlarla ilgili olmadığını bildirerek ilerlerseniz sonucu çok daha iyi oluyor.

URAZ’IN “EN”LERİ

En son okuduğunuz kitap?
Körlük
En son ne satın aldınız?
Kıyafet
Kadında ilk neye bakarsınız?
Gözlere
Erkeklerin en korktuğu şey?
Yalnız kalmak
En sevdiğiniz yemek?
Etli yaprak sarma
En utandığınız an?
Birini istemeden kırdığım an
En sevdiğiniz kadın oyuncu?
Binnur Kaya
En sevdiğiniz erkek oyuncu?
Serkan Keskin
En sevdiğiniz başucu kitabı?
Öyle bir kitabım yok
En sevdiğiniz film?
Can Dostum (Intouchables)
En sevdiğiniz dizi?
Peaky Blinders
En sevdiğiniz renk?
Siyah
Görmeyi en çok istediğiniz ülke?
Küba
En çok kullandığınız kelime?
Aynen
En sevdiğiniz hayvan?
Köpek
En sevdiğiniz çiçek?
Papatya
En dikkat çekici özelliğiniz?
Hiperaktif oluşum
En tahammül edemediğiniz şey?
Yalancılık
En mutlu olduğunuz an?
Kızımın doğduğu an

RÖPORTAJ: GÜZİDE YÜLEK
FOTOĞRAFLAR: EMRE YUNUSOĞLU