Birisi, kalabalık içinde yalnızlık mı dedi? Hani filmlerdeki sahneler gibi etraftaki insanlar, nesneler buğulu, sesler uğultulu… Bir sen varsın bir de seni izleyen sen…

Yavaş yavaş fark ettirir ilk başta kendisini; gıdıklar içten içe, adını koyamazsın. Çünkü uyum sağlamaya çalıştırır bulunduğun ortama. Mesela, sen de konuşulan konuya yorum yapma ihtiyacı duyarsın. Çok bilgin olmasa da fikrin olur. Konuşmak bedavadır bu dünyada, dedikoduyu eleştiren sen tanımadığın insanların Instagram fotoğrafını, daha doğrusu tanımadığın hayatları eleştirirken bulursun kendini.

Yemeğe gidersin karnın çok aç ama çekmen gerekir yediğin yemeği, paylaşman gerekir sabah içtiğin kahveyi. Dertleşmek için arkadaşınla buluşursun ama çekmek istediğin selfie’de ufak bir tebessüm koyarsın yüzüne hep. Çünkü pozitif, mutlu görünmelisindir. Sonra beğenmez, büyük bir tebessüm oturtursun suratına. ‘-mış’ gibi yapmaktan, hangi fotoğraf hangi filtre, bu olmuş bu olmamış, derken unutursun derdini.

Sonra akşam olur. İşte kendine zaman ayırdın! Ne zamandır okumak istediğin kitabı alırsın eline. Bir söz görür yazarsın hemen Twitter’a. Ardından yazdığın sözü gerçekten yapabilmenin hayalini kurarsın. Kısa bir süre sonra gerçek yaşamına dönersin. Tabii gerçek midir yoksa sahte mi, yazar hâlâ burada kararsızdır, yani sen… Sonra kitabın yanında duran ve üzerinde ‘be yourself’ yazan kupanla yeşil çaylı bir post güzel olurdu, diye düşünüp onunla oyalanırsın. Öğrenilmiş bir görevdir bu senin için. Ardından kitapta nerede kaldığını unutup, neyse yarın devam ederim, dersin. Gelen beğeniler ve yorumlarla mutlu olur sonra yastığa başını koyup kim, nerede, kiminle, nasıl ve ne yapıyor oyununu oynarsın kendince ve keyif yaptığını düşünürsün. Ara sıra telefonu burnunun üstüne veya yüzüne düşürdüğünü varsayarsak da bu döngünün yavaş yavaş canını fiziksel olarak da yakmaya başladığını hissedersin.

Bu satırlara kadar her şey sana tanıdık geliyorsa sen de soğuyan kahve ya da yemeğinden artık tat almamaya başlamışsın demektir.

Aynada hep başka bedenlerle kıyaslarken buluyor musun kendini? Filtreler olmadan veya makyajsız selfie çektiğinde görmeye bile dayanamayıp sol üstten siliyor musun hemen? Olmak istediğin bedene ulaşabilmek için her yolu deniyor musun? Hatta olmayınca çeşitli uygulamalarla yüzünde, teninde, o güzel bedeninde fotoğrafın kalitesini arttırma bahanesiyle bacaklarını inceltip, yerdeki karoları oynatıp yüzünü pürüzsüzleştirip belini inceltip popoyu kaldırıp aynada asla görmediğin bir görüntüyü sosyal ortamda görmek seni tatmin mi ediyor?

Tüm bunlara ve bunların türevlerine cevabın ne bilmiyorum. Ama sana bunların hepsinin anlamsız ve sığ geldiği noktada rüzgarın saçlarını ve elbiseni dalgalandırdığı, gözyaşlarının denize karıştığı, basmış olduğun kayalıkların ayaklarını acıtmadığı, uçurumun kenarındaki başroldeki kız olarak bulabilirsin kendini.

Evet, artık kalabalık içindeki yalnızlık değil gerçek bir yalnızlıkla baş başasın. Öyle bir yalnızlık ki kendini bile bulamıyorsun. Kim olduğunu, sahip olduklarını unuttuğun ve hep istemekten sıkıldığın, nefes alıp ama veremediğin bir yerdir burası. Hoş geldin!

Doğru duydun hoş geldin. Yani tek değilsin. Evet, azınlıktasın, azınlıktayız. Uyanıştasın, uyanıştayız. Öncelikle tam bu noktada dilindeki ‘keşke’yi şükürle değiştirme vakti kız kardeşim. İki elinle boynunu sar ve kendine şunu söyle: “Seni olduğun gibi seviyorum.” Çünkü ruhunun ve bedeninin en çok buna ihtiyacı var.

Her yerden kendini soyutlama triplerine sakın girme çünkü özleyip aynı girdaba geri dönmeni istemem. Sadece sen ol. Nerede olursan ol, sen ol. Olamıyorsan bile sen, olmaya niyet et ve şunlara başla: Güzel olmak istiyorum demek yerine güzelim, mutlu bir yaşam istiyorum yerine mutlu bir yaşama sahibim, 60 kiloyum ve buna şükürler olsun.

Gelecek zamanla cümle kurma. Şimdiye bak!

Mutlu olacağım değil mutluyum, mutlusun!